Kurtuluş AtaseverBy Kurtuluş Atasever|5 Minutes

Deprem insanların varoluşundan da eskidir. Okyanusun birinin tam ortasında kopan fırtınalar o anda nasıl ki birkaç denizci ve meraklı araştırmacılar dışında kimsenin umurunda değilse o eski zamanlarda da bunu dert edecek kimse yoktu. Ta ki, şehirleşme başlayana kadar…

Çatalhöyük M.Ö. 7200-6200, [1].

Çoğalan insan nüfusu yapılaşmayı da arttırırken böylece depremin etkileri de giderek artmış oldu. Öyle ki yaklaşık 15 asır önce bugünkü Antakya’da deprem olduğunda 250 bin kişinin öldüğü düşünülmektedir [2]. Aradan geçen onca zamanda depremin bir sorun olmaktan çıktığını söylemek çok da mümkün değil. Henüz 2010’da Haiti depreminde 300 binden fazla kişinin öldüğünü [3] bilmek, depremin insanlar üzerindeki öldürücü etkilerinin güncel boyutları üzerine bilgi vermektedir. Bu etkilerin şehirleşmenin artması ile birlikte gittikçe büyümesi de kaçınılmaz bir gerçektir.

Fay hatlarının hemen yanı başında kurulan Tokyo ya da İstanbul gibi milyonlarca kişinin yaşadığı şehirlerde insanlar her gün farkında olmadan devasa büyüklükteki kara parçalarının mucizevi hareketine tanıklık etmektedirler. Bu tanıklık yer hareketlerinin yarattığı titreşimlerle daha belirgin hale gelmektedir. Ancak bu iki şehirde yaşayan insanların deprem algısı aynı değildir. Bunun en temel sebebi Japonya’da depremin günlük hayatın bir parçası haline gelmiş olmasıdır. Örneğin aşağıdaki fotoğrafta üniversitede yapılan bir deprem tatbikatı görülmektedir. Bu tarz uygulamalar yalnızca okullarda değil konutlarda bireysel kullanıcılar için de yapılmaktadır. Böylece sürekli bir eğitim ve bilginin tazelenmesi sağlanmaktadır.

Tokyo Teknoloji Enstitüsü’nde deprem tatbikatı ve Tsunami’nin zarar verdiği bölgedeki su seviyesi
Sismik yalıtımlı ve enerji sönümleyicili yapılar

Japonya’nın deprem konusundaki başarısı tabii ki sadece sürekli olarak yapılan eğitimlere bağlı değildir. Bu noktada geliştirilen teknolojiler ve bu teknolojilerin hayata entegre edilmesi konusunda büyük bir ekosisteme sahipler. Örneğin Türkiye’de son yıllarda kullanılmaya başlanan sismik yalıtım ve sönümleyici teknolojileri Japonya’da uzun yıllardır kullanılmaktadır. Bu sistemlerin temel amacı deprem enerjisini kolon kiriş gibi yapısal elemanlara ulaşmadan tüketmektir. Böylece binada oluşan salınım azaltılmış olurken yer hareketinden kaynaklı enerji de binalara yerleştirilen elemanlarla sönümlenmektedir.

Şimdi insanın aklına şu soru gelebilir. Peki, oturduğumuz binalarda bu teknoloji yoksa (ki yok) deprem enerjisi nasıl sönümleniyor? Bu noktada tasarım yaklaşımı binayı depremde feda ederek insanların hayatını kurtarmaktır. Yani büyük bir depremde kolonlarınız, kirişleriniz, duvarlar vs. belli bir oranda hasar görür fakat binanız yıkılmayacak şekilde tasarlanır. Böylece siz hayatta kalmaya devam ederken, buna karşılık oturduğunuz konut sizin için kendisini ve deprem enerjisini tüketir. Ekonomik olarak gelişmiş olan ülkeler dahil tüm dünyadaki deprem yönetmeliklerinde şu ana kadar benzer yaklaşım hakimdir. Tasarım depreminin 475 yılda bir olduğunu (bugün veya 475 yıl sonra, ne zaman olacağını bilmiyoruz.) ve binaların ekonomik ömürlerinin bu kadar uzun olmadığını bildiğimiz için aslında bu yaklaşımın yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Ancak özellikle Yeni Zelanda’da olan 2011 Christchurch depreminden sonra bu yaklaşım sorgulanmaya başladı. Çünkü can kaybı olmasa da binlerce binanın yeniden yapılması ya da güçlendirilmesi on yıllar almıştır. Bu nedenle yeni yapısal tasarım anlayışı uzun vadede depremde hiç hasar görmeyen binalar üretmeye odaklanmaktadır. Japonya bu konuda dünyada öncü ülkelerden olurken sismik yalıtım ve sönümleyici sistemleri konutlarda da ekonomik olarak uygulanabilir olmaya başlamıştır. Özellikle İstanbul ve Tokyo gibi şehirlerdeki arsa fiyatlarını düşününce, taşıyıcı sistem için ayrılan bütçenin toplam bütçedeki yeri çok düşük seviyelerdedir. Bu nedenle bu sistemlerin kullanımının önündeki en önemli engel ekonomi değildir. Bana kalırsa depreme dayanıklı bina tasarımının ne olduğu konusundaki yanılgıdır.

Depreme dayanıklı bina, bugün için hasar alan ancak sizi hayata bağlayan yapı demektir. Fakat aslında büyük bir deprem sonrası hiç hasar almayan ve sizi evinizde oturmaya teşvik eden bina olmalıdır, çünkü bu bugün için mümkündür. Böylece yakılan onca ağıtın yerine kulaklarımızda sadece şu cümle kalabilir, “deprem mi oldu?”


Kaynaklar

[1] During, B. S. (2018). Social Dimensions in the Architecture of Neolithic Çatalhöyük Author(s): Bleda S . During Source : Anatolian Studies, Vol. 51 (2001), pp. 1-18 Published by : British Institute at Ankara Stable URL : https://www.jstor.org/stable/3643025 Social dime, 51(2001), 1–18.

[2] Sbeinati, M. R., Darawcheh, R., Mouty, M. (2005). The historical earthquakes of Syria: An analysis of large and moderate earthquakes from 1365 B.C. to 1900 A.D. Annals of Geophysics, 48(3), 347–435.

[3] USGS. (2021). https://earthquake.usgs.gov/earthquakes/eventpage/usp000h60h/impact.


Kurtuluş Atasever, İTÜ Deprem Mühendisliği programında doktorasını tamamlamıştır. Geliştirdiği kendinden merkezlenmeyi sağlayan yapısal elemanın deneylerini araştırmacı olarak bulunduğu Tokyo Teknoloji Enstitüsü’nde yapmıştır. Araştırma konuları sismik yalıtım ve sönümleyici sistemlerin geliştirilmesi ile yapısal tasarımın parametrize edilmesi üzerine yoğunlaşmaktadır.