Rahmi ÖğdülBy Rahmi Öğdül|9 Minutes

“Evi seviyorduk çünkü geniş ve eski olmasının yanı sıra baba tarafından büyük dedelerimizin, dedemizin, anne ve babamızın ve tüm çocukluğumuzun anılarını muhafaza ediyordu.” Ama artık evimizde hissedemiyoruz kendimizi. Evi ele geçirdiler. Ama birdenbire olmadı, yavaş yavaş. Önce kütüphanenin olduğu arkadaki odadan sesler duyduk, korktuk. “Koridorun kapısını kapatmak zorunda kaldım. Dip tarafı ele geçirmişler.” Yapacak bir şey yoktu. “O halde bu tarafta yaşamak zorunda kalacağız.” Mekânımız daraldı, giderek kendi üzerimize kapandık. “İlk günler bizim için çok zor oldu çünkü sevdiğimiz birçok şeyi ele geçirilmiş tarafta bırakmıştık… Mesela benim Fransız edebiyatı kitaplarımın hepsi kütüphanedeydi.” Mecburen sığındığımız tarafta ne varsa, onlarla vakit geçiriyorduk, anılarla, koleksiyonlarla. “Böyle gayet iyiydik ve yavaş yavaş düşünmeyi bırakıyorduk. İnsan düşünmeden de yaşayabiliyor.” Ve bir müddet sonra mutfak ve banyonun olduğu taraftan sesler gelmeye başladı. “Gürültüler daha güçlü duyuluyordu… İç kapıyı çabucak kapattım ve antrede kaldık.” Bu tarafı da ele geçirmişlerdi, sonunda dış kapıya dayanmıştık ve “sokağa çıktık”. Şimdi dışarıdayız, evsiz. Yaşanan, ülkenin yakın tarihini andırıyor ama aktardıklarım Julio Cortázar’ın 1946 tarihli ‘Ele geçirilmiş Ev’ hikayesinden (Hayvan Hikâyeleri, Can).

Ev düzen, huzur demekti. Tüm olumsallıkların dışarıda bırakıldığı, ufak tefek aksaklıklar olsa da belirlenimci yasaların geçerli olduğu yerleşim yeri. Dışarısı belirsizlik alanı; belirsizlik, bizde kaygı uyandırıyor. Kaygımızı eve, anlam dünyasına sığınarak yatıştırmıştık. Korkabilirdik, korkunun bir nesnesi vardı, nesnesi ortadan kalkınca korkumuz da kaybolurdu, kaygı öyle mi? Dışarısı kaygı dolu. Ama yine de pencereden dışarıyı seyretmenin keyfine doyamıyorduk. Güvendeydik çünkü, yaşamın karmaşasına, tehlikelerine hem uzak hem yakın; aramızda ince bir cam vardı. Ve ekranlaşmış camın yassı yüzeyinde bazen dehşetengiz olaylar olurdu, bir cinayet ya da fırtınalı bir havada gecenin karanlığına düşen yıldırımlar. Bu dehşetli olayları seyretmek haz veriyordu: Yüce duygusu. Kant’a göre, diyelim ki dağda tesadüfen sığındığım korunaklı bir yerden bir çığ düşmesine tanıklık etmişsem, dehşete kapılırım ama güvenli bir yerden bu dehşeti izlediğim için bir tür haz duygusu kaplar içimi, çelişik duygular; Paolo Virno’ya göre ‘dehşet ve sığınma diyalektiği’, Burke’e göre ‘keyifli dehşet’.

Ev, kaosun orta yerinde inşa ettiğimiz kozmos. Dehşetiyle bizleri soluksuz bırakan olayları evin dışında bırakmıştık. Kozmostayken kaosu seyretmek keyiflidir. Tehlike burnumuzun ucundadır ama bize dokunmaz, kırılgan varoluşumuza rağmen kırılmamanın keyfi. Heidegger’e göre kaygının belli bir nesnesi yoktur; bu dünyanın içinde olmanın yarattığı belirsizlik ve kararsızlıktan kaynaklanır. Kendimizi herhangi verili bir tehlikeden değil de tam da bu dünyadaki varlığımızın doğasında bulunan risklerden korumak için bir ahlaki ben inşa ettik. Dünyanın olumsal ve geçici doğasının karşısına kalıcı olanı yerleştirdik. Kant’a göre Yüce duygusu, tesadüfen bulduğum sığınağın bende yarattığı rahatlama hissinin, koşulsuz bir güvenlik arayışına dönüştürülmesinden meydana gelir ve bunu sadece ahlaki ‘ben’ garanti edebilirdi. Ahlaki ben evimizdir. Ama nesnesi olmayan sesler tarafından ele geçirildi şimdi, tekinsizleşti. Artık evde de kendimizi evde hissetmiyoruz. Arka odalardan gürültüler geliyor. Dünya evi ele geçirdi.

Evde insan düşünmeyi bırakabilirdi, ama dünyadayız artık ve kaygılı. Kaygı, insanın kendisini dünya içinde varlık olarak görmesinin nedenidir ve özgürce düşünebilmesinin. “Yerleşik bir topluluğun yokluğu öyle bir noktaya gelir ki yabancının hayatı, evinde hissetmeme duygusu, …kaçınılmaz ve kalıcı deneyimler haline gelir.” Ve Poulo Virno’ya göre evsizler, ‘kendi çapında bir düşünürler topluluğudur’ (Çokluğun Grameri, Otonom). Çünkü doğası gereği düşünce evsizdir, hep yabancı.

Ne demişti Romalı Terentius? “İnsanım ve insana dair olan hiçbir şey bana yabancı değil.” İnsanın başına gelen en berbat şeyler bile çok geçmeden insana dair oluyor. Mümkün dünyaların en kötüsünde yaşıyoruz, fakat her şeye hızla alışıyoruz. Bu gidişle insan enkaza dönüşecek. Sokaktayım ve karşı kaldırıma geçmek için trafik ışıklarının butonuna basıyorum. Yürümek gibi sıradan bir eylem birden bürokratik bir işleme dönüşüyor: “Geçiş talebiniz alınmıştır, lütfen bekleyiniz.” Talebimin onaylanmasını bekliyorum. Devlet dairelerine işiniz düştüğünde yaşayacağınız kafkaesk duyguyu, artık bedensiz bir ses size demokratik olması gereken sokaklarda, yürümek için hamle yaptığınız an yaşatıyor. Bürokrasi, devletin karanlık köşelerinden yayılarak sokakları da ele geçirdi. Gündelik hayatı kesintiye uğratan metalik sesler çoğaldı ve alıştık; fakat ben alışamadım, yadırgıyorum. “Lütfen bekleyiniz!” ikazı, Gezi Direnişindeki yayalara yöneltilen “Bekleme yapma!” komutuyla aynı merkezden yayılıyor. Metalik sesler, insanı sokakların aydınlığından koparıp bürokrasinin loş koridorlarında gezintiye çıkarmaya yetiyor. Kendinizi birden elinizde evraklarla masaların arasında dolaşırken buluyorsunuz: “Ya evraklarım eksikse, talebim kabul edilmezse?” Hava alanında onay bekleyen dış hat yolcularının yaşadıkları da aynı duygu, ya bir aksilik çıkarsa? “Talebiniz alınmıştır” sesi, yürümenin artık izne bağlı olduğunu hatırlatıyor; demokratik haklarını haykırmak isteyenlerin yürüyüş izni almak için valiliğe başvurduklarında da işitilen aynı metalik ses. Kentin sokaklarında artık elinizi kolunuzu sallayarak yürüyemezsiniz.

Sokaklar size ait değil. “1789’dan başlayarak 19’uncu yüzyıl boyunca ve Birinci Dünya Savaşı’nın büyük devrimci ayaklanmalarında kent insanlarının ortaya koyduğu tez: Sokaklar halka aittir” (Berman ‘Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İletişim). Bu tezin karşısında ise “sokağı öldürmeliyiz” diyen Le Corbusier’in tezi yer almaktaydı. Sokaklar öldürüldü ve sokakları, meydanları dolduran halk denilen kitle giderek buharlaştı. Berman, Baudelaire’in kentteki bulvar deneyimiyle Le Corbusier’nin otoyollardaki kent deneyimini karşılaştırır. Aralarında sadece yarım yüzyıl olmasına rağmen kent radikal bir şekilde dönüşmüş, her an patlamaya hazır maddi ve insani güçleri bir araya getiren ilişkisel bulvar yerini, hız mekânı otoyola bırakmıştır. “Arabadaki adamın perspektifi yirminci yüzyılın modernist kent planlama ve tasarımının paradigmalarını doğuracaktır” (Berman). Kenti ancak arabasının camlarından ya da ekrandan akan görüntüler olarak deneyimleyen, mega-makinenin bir parçası olan makine-insan. Görüntüler bedenine değmez, bedeninde hiçbir duygulanım yaratmaz, duyguları körelmiştir.

Bu gidişle yayaların soyu tükenecek. Tükendi mi yoksa? Kentin kaldırımlarında sadece yürümenin değil, diğer yayalarla bir arada olmanın da tadını çıkaran, bedeninin tüm yüzeyiyle duyumsayan, algıları açık, etkileyen ve etkilenen insanlara nadiren rastlanıyor. Onun yerine akıllı telefonlarına bakarak yürümeye çalışan, arabalı insan gibi, dışarısını ekrandaki görüntülere tercih eden ya da bir yerlere yetişmek için kaldırımlarda hız yapan araçlaşmış bedenler çoğaldı. Yayalar giderek azalıyor ve Ray Bradbury’nin öngörüsüne göre sonuncusu 2052 yılında görülecek. Son Yaya öyküsündeki Leonard Mead, kentin ıssız kaldırımlarında dolaşan son yayadır: “Yolunun üzerinde karanlık pencereli kulübeler, evler görürdü; bunun da pencerelerin ardında titrek ateşböceği pırıltılarının belirdiği bir mezarlıkta yürümekten farkı yoktu… Mezarlar, televizyon ışığıyla kötü bir şekilde aydınlatılmış, insanların ölü gibi oturduğu; gri ya da çok renkli ışıkların yüzlerine dokunduğu, ama gerçekte onlara dokunmadığı mezarlar.” Sokakları öldürüldüğünde kentler nekropolise, sakinleri de yaşayan ölülere dönüşür.

Boyun eğdikçe her şeye alışılır. İnsan yadırgamayı unutur. Oysa insana dair olan her şey asla insani değildir. İsyan edemez, iradesini metalik ses ele geçirmiştir. Ve beden denilen mekân zamanla enkaza dönüşür: “İnsan, olsa olsa zamanın enkazıdır” (Marx). İnsan hâlâ zamana direniyor. İşitiyor musunuz? Enkazı altından yaşam sinyalleri geliyor. Ve ardından yine aynı metalik ses: “Yaşama talebiniz alınmıştır, lütfen bekleyiniz!”


Rahmi Öğdül, 1960’da İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi, Fen fakültesi, Biyoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra aynı üniversitenin Deniz Bilimleri Enstitüsü’nde yüksek lisansını tamamladı. Uzun yıllar İstanbul Üniversitesi, Su Ürünleri Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştıktan sonra çalışmalarını kültür, toplum, sanat, felsefe alanına kaydırdı. Hâlen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve İstanbul Bilgi Üniversite’sinde öğretim görevlisi olarak dersler vermekte, ‘BirGün’ gazetesinde de her cuma kültür ve sanat yazıları yazmaktadır.