Kumru ÇılgınBy Kumru Çılgın|7 Minutes

Bizler, bütün farklılıklarımız içinde ve bütün farklılıklarımızla en nihayetinde aynı yumağın, aynı ağın, aynı topolojinin içinde yakalanırız. Dolayısıyla da bakmamız gereken, seçilmiş muhatabımız olarak ‘öteki’nin güçlü ve sembolik bir dışlanışı değildir. Özellikle dikkat etmemiz gereken, ‘ötekileştirme’ sürecinin ortaya çıkmasını sağlayan farklı iktidarlar, tarihler, sınırlar ve dillerin kazındığı diyalog koşullarıdır. Bu ise bizi “kültürler, diller ve karmaşık anlam ve iktidar biçimlenişleri arasında” yapılacak sonu olmayan bir yolculuğun içine çeker.
Chambers [1].

Ana akım tartışmalarda göç olgusunun ve gündelik hayattaki pratiğinin, politik veya ekonomik etkileri üzerinden değerlendirilmesiyle kuşatılmış gibi gözüksek de kültürel çeşitliliğe katkısına dair de konuşmamız gereken çok boyutu olduğu yadsınamaz.

Göçün özellikle sonuçları itibarıyla en önemli yansımalarından biri, kuşkusuz, farklı birikimlere sahip toplulukların kültürel etkileşime açık olarak bu birikimlerini birbirleriyle paylaşabilecekleri kamusal alanlarda yan yana gelmeleri. Etnik, dini veya bir benzeri, farklı kimliklerdeki toplulukların paylaşıma açtıkları kültürlerinin yani dillerinin, değerlerinin, yaşama biçimlerinin, geleneklerinin, alışkanlıklarının veya düşüncelerinin böylece temas ettikleri kesimleri ve mekânları zenginleştirmeleri…

Edward Said, “kesintili bir var olma durumu” olarak tanımladığı göçerliği, geride bırakılan yerle kavgaya tutuşma hâli olarak görür ve bu sebeple modern kültürün zenginleştirici bir deseni olduğunu söyler [2]. Ancak kültürel zenginliğin aynı zamanda her bir kültürün zenginleşmesi için de bir fırsat olduğu kabulü, ne yazık ki her zaman “toz pembe” bir pratiği sergilemiyor. Bu pratiğin, göçmen ve yerel gruplarda farklı tezahürleri olduğunu unutmadan, Uluslararası Göçmenler Günü’nü vesile bilerek birkaç görüş üzerinde durmak istiyorum.

Salman Akhtar, bir kişinin uzun süredir yaşamakta olduğu yerden yeni bir yere yerleşmek üzere yaptığı coğrafi yer değişikliğinin zihin üzerinde sürekliliği bozucu bir etkisi olduğuna dikkati çekerek, bir yerden ayrılırken sadece arkadaşlarımızla veya akrabalarımızla değil, bildik olan çevreyle de bağlarımızı kaybettiğimize değinir. Çünkü coğrafi olarak yerinden olma, “kültürel yer değiştirmeyi / kültüründen olmayı” da içerir. Aynı sürecin yeni bir yere gelindiğinde de böyle işlediğini, dolayısıyla tanıştıklarımızın sadece farklı insanlar olmadığını, tanımadık yerlerle, iklimle ve mimariyle de karşılaştığımızı söyler. O’na göre göçle gelen çevresel değişim, “bildik topografyanın rahatsızlık veren kaybı” gibi pek çok kayıp hissini ve çok çeşitli karmaşaları doğurmakla birlikte, kişiler üzerinde duygusal etkiler de yaratır ve bu değişimlere uyum göstermeye çalışmak benliğe darbe vurur. Kişinin inşa ettiği ve alışageldiği kültürel ve ortak yaşamsal yörüngenin sınırını aşmanın trajedisi ve kendini dış dünyaya ve dış dünyaya da kendini ait hissedememenin ağırlığı belirir, kişi sonucunda ‘evinde’ hissedemez [3].

Kişinin bütünleştiği tanıdık bir kültürel alandan ayrılması, günden güne kendisini gerilemiş hissetmesine yol açar. Bu nedenle göçmenlerin sıklıkla duyumsadıkları korkulardan en büyüğü, kimliklerini kaybetme olasılığıdır. Bu haklı korku, geldikleri yerdeki kültürel kodlarla aralarına mesafe koyma çabası olarak karşımıza çıkabilir. Çoğunluğun, farklılıkları genellikle sadece kendi dili, bilgisi ve denetimi dahilinde kaldıkları sürece kabul etmeye yanaşma eğilimi [1], göçmenlerde “kabul görmeme” endişesini yaratır ve bunun karşısında ise ‘kendisinin ötekisi’yle daha iyi anlaşabilmek için aidiyetliklerinden ve kültürel değerlerinden vazgeçme dahil çeşitli savunma stratejilerine başvurmalarına neden olabilir.

Göçmenler ile yerel grupların karşılaşmalarında ortaya kültürel bir etkileşim çıkabileceği gibi, bu karşılaşmalardan hegemonik ilişkilerin yönlendirdiği bir gerilim, hatta çatışma da doğabilir. Bu etkileşimin veya gerilimin/çatışmanın arka planını iyi değerlendirmek ve sonuçlarını iyi yönetmek önemlidir. Diğer yandan ihtimaller kendi içinde birbirine uyumlanmayı, entegrasyonu ve dahi asimilasyonu barındırma gücüne sahip olduğu için hassasiyetle ele alınması gereken süreçlerdir. O yüzden çokkültürlülükten ne anladığımızı tartışmaya açmalıyız…

Michel Bourse, günümüzde çokkültürlü modern toplumlarda kültürel sorunların ortaya çıktığının görüldüğünü söyler ve birçoğumuzun yanıtını aradığı şu sorunun altını çizer: “Çok sayıda toplumsal, etnik, kültürel grup nasıl bir arada yaşatılabilir?” Herkes kendi değerlerinin kamusal kabulünü talep ederken veya özgül haklar ve politik özerklik isterken, göç dalgalarının hareketlendirdiği çağdaş yurttaşlık, tikel kimliklerin tanınma ihtiyacına nasıl uyarlanabilir? Sorunu, herkese uygulanabilir toplumsal yaşam kurallarıyla kültürel kimlik çeşitliliğini nasıl bağdaştıracağımızı bilmek olarak tarifleyen Bourse, bu noktada sıklıkla birbiri yerine kullanılan çokkültürlülük ve kültürlerarasılık kavramlarının farkına işaret eder: “Kültürlerarası gruplar, bireyler ya da kimlikler arasındaki etkileşimleri dikkate almayı belirtmesi bakımından diğerinden ayrılır. Çokkültürlü, daha ziyade bir durum saptamasına gönderme yapar ve nesnel bir gerçekliğe denk düşer.” Yani O’na göre kültürlerarasılık, ötekiliğin ve onun aracılığıyla benliğin görülme tarzını referansladığı için niteliksel/karakteristik bir değerlendirmeye değil, etkileşime yani ‘ben’ ile ‘öteki’ arasında oluşmuş/gelişmiş ilişkilere bağlıdır [4].

Devletlerin veya iktidarların “tek kimlik” politikasından yana aldıkları tutumlar, “göçler çağı”nı yaşadığımız bu zamanda anlamını çoktan yitirmiş görünebilir; ancak karşılığını bulacak biçimde çatlaklardan sızan reddiye, günümüzde hâlâ yabancı düşmanlığı yaratarak nefret suçu işliyor. Evet, bir “aşamalı kişilik yapılanması” olarak değerlendirilebilecek kimlik, hem bir var olma hem de kendini ifade etme biçimidir ve ayırt edici bir özellik olarak kültürle birlikte ele alındığında -ki kimliğin içinde yaşanılan toplumun ve kültürün araçlarından etkilendiği [5] düşünülürse- kültürel kimlik olarak yeniden üretilir. Eğer ki kimlik, artık bir ‘koz’ olarak kullanılmaktan vazgeçilirse; işte bu kültürel kimliğin çoklu formları, bize demokratik ilkelerle uzlaşan nefretsiz yeni bir dünyanın kapısını aralayacaktır.

Bu dünya, kültürlerarası topluluklarla zenginleşen ve dolayısıyla güçlenen canlı, hareketli ve güvenli mekânlara ev sahipliği yaptığında ancak kültürel etkileşimi gözeten “birlikte yaşam”ın gerçek anlamını keşfedebilecek ve bir yolunu bulabileceğiz.

Peki bu yol, farklı topluluklar yan yana geldiğinde herkesin kendi kültürünü yaşayabileceği özgürlükçü bir perspektifin mi, yoksa bu yan yana gelişten doğabilecek yepyeni bir ortak kültür ihtimalinin mi üzerine inşa edilecek?


Kaynaklar

[1] Chambers, I. (2014). Göç, kültür, kimlik (İ. Türkmen ve M. Beşikçi, Çev.) (2. basım). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

[2] Said, E. W. (2002). Reflections on exile and other essays (3. basım). ABD: Harvard University Press.

[3] Akhtar, S. (2018). Coğrafi Olarak Yerinden Olma Travması. İçinde N. Keskinöz Bilen (Der.), Psikanaliz ve Göç: Gitmek mi Kalmak mı?, (s. 26-63). İstanbul: İthaki Yayınları.

[4] Bourse, M. (2009). Melezliğe övgü (I. Ergüden, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

[5] Erikson, E. H. (1968). Identity: Youth and crisis. New York: W. W. Norton Company.