Ebru Yazar DuralBy Ebru Yazar Dural|14 Minutes

Sessizlik gerekli mi meditasyon için? Ya da yoga için dinginlik? Gereklilik varsa, “şehirde yoga/meditasyon mümkün değil” diyebilir miyiz?

Sorulara cevapları adım adım arayalım…

Meditasyon nedir, diye başlamayı çok isterdim ama bu sorunun cevabının kişiden kişiye değiştiğini bildiğim için bunun yerine “meditasyon ne değildir” sorusuyla başlamayı daha uygun buluyorum. Her şeyden önce düşünceleri durdurmak değildir meditasyon, zihni susturmak ya da düşünmemeye çalışmak değildir. Bu yüzden “ben meditasyon yapamam, çünkü benim kafam hiç susmaz, susturamam” yanılgısına düşmemenizi naçizane tavsiye ederim. Bu düşüncenin tam aksine, meditasyon zihinle buluşma halidir, yani zihnin bir nevi eteğindeki taşları dökmesine izin verme hali… Burada asıl önemli olan zihin bu dökülme halindeyken bizim de onun farkında olmamız ve sadece bir izleyici olarak kalmamız. O nedenledir ki meditasyon esnasında sessiz bir yerde sakince oturur ve mümkünse gözlerimizi kapatırız. Çünkü böyle yaptığımızda zihnimizi duyabilir ve izleyebiliriz.

Gelelim yogaya… Daha doğrusu yoga pratiğine… Yoga Sanskrit dilinde kelime anlamı olarak “birlik” demektir. Yoga felsefesinde bu tanım kısaca ruh-beden-zihin birliği olarak ifade edilir. Yani kişinin zihni, bedeni ve ruhu ile tam bir bütünlük içinde olması ve bu hali sürdürmesi olarak açıklanabilir. Yoga felsefesi temelde bu birlik halinin ortaya çıkması ve sürmesine hizmet eden sekiz ayrı daldan oluşur. Asana (poz) pratiği de bu sekiz daldan sadece biridir. Yani “yoga yapıyorum” diyerek koca bir felsefeyi küçücük bir mata sığdırmış gibi oluyoruz ama aslında yaptığımız “asana pratiği” ya da “yoga pratiği” yapmak, birlik haline doğru bedenden başlayarak yol almak. Bedenin esnemesi yoluyla zihnin berraklaşması, zihnin berraklaşması yoluyla da ruhun “kendi” olmak için daha çok alan bulmasıdır amaç. Bu taraftan bakıldığında “yoga pratiği de bir çeşit meditasyondur ve bu meditasyon hareket halindeyken gerçekleşir” diyebiliriz. Ve bu koşulda o meditatif hali yakalayabilmek için yine sessizliğe ihtiyaç duyabiliriz.

“Yoga ve meditasyon için sessizlik/dinginlik gerekli mi?” sorusuna geri dönersek, cevap: “Teknik olarak” evet, sessizlik gerekir. Ama bu sessizlik her koşulda sağlanabilir mi? Tabii ki hayır, özellikle de şehir hayatında… Bir dağ evinde, şehirden kilometrelerce uzak bir köyde, küçük bir sahil kasabasında ya da bir inziva evinde hayat sürmüyorsak, artık bize sesmiş gibi bile gelmeyen pek çok sesin, hatta gürültünün ortasında yaşamak durumundayız günümüzde. Pekiyi bu bizi yoga/meditasyon yapmaktan alıkoymalı mı? Bence kesinlikle hayır. Diğer taraftan, sayısız uyaranın arasında yaşam mücadelesi veren şehir insanının, tam da bu sebepten ihtiyacı yok mu meditasyona?

Bu ikilemde konu biraz yumurta-tavuk ilişkisini andırıyor. 😊

Şehir hayatı gün geçtikçe daha da karmaşık ve stres dolu bir hal alıyor, bu baskı altında hem bedenen hem de zihnen sağlıklı bireyler olabilmemiz için destek veren aktivitelere, hobilere veya meditasyona her geçen gün daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Bu da şehirde yaşayan kişilerin daha küçük ve sakin yerleşim birimlerinde yaşayan kişilere göre yoga ve meditasyona daha fazla ilgi göstermesinin sebeplerinden biri olabilir. Sessizlik ve dinginlik konusu bu noktada biraz kafa karıştırabilir. Kalabalık ve hareketli şehir hayatında teknik anlamda sessizliği sağlamak çok zor olabilir, evet. Çözüm önerisi olarak değerlendirilebilecek şey, sessizliği “sağlamak” ya da “beklemek” yerine, var olan akışın içinde sessizliğin olduğu zaman dilimlerini “seçmek” olabilir. Sabahın erken saatleri, akşamın daha az hareketli sakin saatleri ya da kişinin günlük rutin yaşantısı içinde bulabildiği herhangi bir dinginlik anı… Bu zaman dilimi herkesin kendi yaşam şekli, içinde bulunduğu şartlar ve sahip olduğu imkanlara göre farklılık gösterecektir.

Aynı etkenlere bağlı olarak ortaya çıkmış bir diğer düşünce şekli de şöyle: Hal-i hazırda zaten sessizlik ve dinginlik sunan bir ortamda yoga ve meditasyon yapmak (tabiri caizse) kolay, asıl mesele şehir hayatının ortasında o motivasyonu bulup tüm elverişsizliklerine rağmen yoga ve meditasyon yapmak. Kısmen katıldığım bu bakış açısı, yoga ve meditasyonu önümüze bir çeşit zorlayıcı hedef gibi sunuyor bana göre, burası katılmadığım kısmı. Katıldığım tarafı, koşturmalı ve stres dolu şehir hayatında sessiz ve dingin zaman dilimlerinin çok kısıtlı olması. Benim bu kısım için çözüm önerisi niteliğinde tavsiyem ise kişilerin kendilerine odaklanmaları olabilir. Çünkü kendine odaklılık, ne istediğini bilmeyi ya da bulmayı kolaylaştırır. Dolayısıyla seçimler ve o seçimlere hizmet eden tercihler/öncelikler şekillenir. Geniş anlamıyla bu, hayat tarzını belirlemek demektir. Ve belirlenen hayat tarzında tercih, gün içinde bulunan sessiz ve dingin zaman dilimlerinde yoga/meditasyon yapmak olabilir.

Kısaca özetlemek gerekirse; şehir insanı için yoga ve meditasyona ayıracağı sessiz ve dingin zaman dilimi ve ortam bulmak çok zor ve bu gerçekle birlikte, tam da aynı sebepten şehir insanının şehir koşullarında bedensel ve mental açıdan sağlıklı bir hayatı sürdürebilmesi için yoga ve meditasyona ihtiyacı var. Ve yukarıda bahsettiğimiz üzere, konuya kişisel olarak karar verip hayata geçirebileceğimiz çözüm önerilerimiz de var.

Pekiyi, bu küçük kişisel hareketlerle birlikte, çözüm noktasında şehrin bize sunabileceği bir önerisi olabilir mi? Karşıma çıkan Japonya örneği, bana “evet, olabilir” dedirtiyor. Paylaşmak isterim.. 2009 yılında Japonya’da Sağlık, Çalışma ve Refah Bakanlığı tarafından yapılan bir araştırmada, depresyonun halk üzerindeki etkisi detaylandırılıyor. Araştırma sonuçlarından biri, depresyonun ekonomiye getirdiği maliyetin 30 milyar dolardan fazla olduğu yönünde çıkıyor. Bu ve benzeri pek çok araştırma sonrası, 2022 yılında uluslararası mimarlık yarışması organizatörü Buildner tarafından, “Tokyo Kentsel Meditasyon Kabinleri Yarışması” organize ediliyor. Katılımcılardan, Tokyo’nun çeşitli yerlerine yerleştirilebilecek bir meditasyon kabini tasarlamaları isteniyor. Kamusal alana yönelik bu projenin amacı, günlük şehir hayatının akışı içerisinde insanlara gürültüden uzaklaşabilecekleri bir alan hizmeti sunmak. Bu doğrultuda yarışmacıların, tedavi edici bir araç olarak mimarinin nasıl bir işlevi olabileceği üzerinde düşünmeleri ve şehir ortamında “kabin boy” bir sessizlik alanı tasarlamaları gerekiyor. Yarışmaya dünyanın pek çok yerinden katılımcılar/ekipler katılıyor.Yarışmanın sonucunda kazanan ilk 3 ile birlikte, bir projeye Buildner Sürdürülebilirlik Ödülü ve 6 projeye de mansiyon ödülü veriliyor.

Yarışma ile ilgili detaylı bilgi için https://architecturecompetitions.com/tokyocabins/ adresini inceleyebilirsiniz.

Buraya kadar olan kısımdan ilhamla, konunun mimarlık alanına ilişkin tarafını uzmanlarına bırakıp kendi alanımdan bir pencere açarak, şehrin de bizim için bir şeyler yapabileceğine inandığımı söyleyebilirim. Belki benzer yarışma projeleri Türkiye’de de organize edilerek hem konuya kamusal bir farkındalık geliştirilebilir, hem de bizzat şehir hayatını deneyimleyen uzman/aday mimarların tasarladığı kamusal meditasyon alanı hizmeti verilebilir. Ve şahsi görüşüm, söze konu olan şehrin bu yolla bizzat çözüme de ortak olmasının, daha kalıcı ve dolayısıyla daha değerli sonuçlar ortaya çıkaracağı yönünde.

Buildner verilerine kısa bir geri dönüş yapalım şimdi. 2022’de düzenlenen bu yarışmada İtalya’daki Camerino Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğrencileri Doni Halko ve Debora Di Francesco’nun tasarladığı, fotoğraflarda da görebileceğiniz, “Shinrin-Yoku” isimli proje birinci seçiliyor. Projeye ait detaylı bilgi ve jüri yorumlarına yine yukarıda verdiğim internet adresinden ulaşabilirsiniz.

Fotoğraf 1: Shinrin-Yoku Urban Cabin, https://architecturecompetitions.com/tokyocabins/.
Fotoğraf 2: Shinrin-Yoku Urban Cabin, https://architecturecompetitions.com/tokyocabins/.

Benim bir yoga eğitmeni olarak bu noktada naçizane değinmek istediğim, projenin tam anlamıyla amacına uygun tasarlanmış olduğunu düşünmem. Shinrin-Yoku, Japonca’dan Türkçe’ye en yalın hali ile “Orman Banyosu” olarak çevrilir. Ormanda, bu mümkün değilse en kolay ulaşılabilen en yeşil alanda sessizce yürüyerek, durarak ya da meditasyon yaparak vakit geçirmek şeklinde tarif edilebilir. Ancak shinrin-yoku sadece dışarıda bir yeşil alanla sınırlı değildir. Evimizde bitki yetiştirerek bile toprakla olan bağımızı hatırlayabilir ve kendi imkanlarımızla kendi shinrin-yoku alanımızı tasarlayabiliriz. Şartlar neye imkan veriyorsa o kadarıyla kendimize ayırdığımız shinrin-yoku zamanlarının sakinleştirici ve iyileştirici gücü saymakla bitmez. Bu noktada küçük bir parantez açıp ilgilenenler ya da merak edenler için Hector Garcia ve Francesc Miralles’in birlikte kaleme aldığı “Shinrin-Yoku” kitabını tavsiye ederim. Çok severek okuduğum bu kitaptan edindiğim bilgilere dayanarak, yarışmanın birincileri Doni ve Debora’nın tasarladığı Shinrin-Yoku isimli meditasyon kabininin, şehrin ortasında, içine atacağınız bir adımla beton ormandan mini bir yeşil ormana geçiş yapabileceğiniz mükemmel bir proje olduğunu söyleyebilirim. Mimari yapısıyla teknik anlamda jüriden büyük beğeni toplayan kabin, birkaç dakikalığına da olsa kalabalık, gürültü ve kaostan kaçma imkanı sunuyor şehir insanlarına.

Fotoğraf 3: Shinrin-Yoku adlı kitap, Ebru Yazar Dural arşivi.

Tıpkı bu yarışma örneğinde olduğu gibi, hayata geçirildiğinde “dev hizmet” olarak nitelendirilebilecek projelerin, insandan şehre ve şehirden yeniden insana şeklinde bir döngünün içinde faydalı bir çözüm girişimi olacağını düşünüyorum.

Konuya hangi taraftan bakarsak bakalım, birleşmemizin mümkün olduğu ortak bir nokta var: Önceliklerimizin ve alışkanlıklarımızın hayat tarzımızı şekillendirmedeki etkisi. Yaşadığımız yerleşim biriminin büyüklüğünden bağımsız olarak, kendi hayat akışımızda, içinde bulunduğumuz şartlar ve sahip olduğumuz imkanlar ölçüsünde önceliklerimizi biz belirleriz. Belirlediğimiz öncelikler doğrultusunda da hayat tarzımızı ortaya çıkaran tercihler yaparız. Bir başka deyişle, şehirde günlük hayatımızın koşturmacası ve telaşından arta kalan zamanı ne ile değerlendireceğimize kendimiz karar veririz. O zaman dilimine, öncelik verdiğimiz şeyleri yerleştirir ve bunu tekrarladıkça alışkanlık haline getiririz. Zaman dilimi bulmak zor olabilir, ama bulduğumuz zaman dilimini ne ile dolduracağımızın kararı bize ait. Buna göre, bu zamanı kendimize ayırmak ve daha berrak bir zihinle mevcut hayatımızın akışını daha iyi yönetebilmek için yoga/meditasyon yapmayı tercih etmek de bize kalmış. Başlangıç için bir şans verebilir, bir süre denemeye devam ederek bize hitap edip etmediğine karar verebilir ve ediyorsa tekrarlayarak alışkanlık haline getirebiliriz.

Sonrası, hayatımıza olan etkisini izleyip görmek. 😊

Sevgiler…


Ebru Yazar Dural, 1980 yılında Sakarya’da dünyaya geldi ve yüksek lisans da dahil tüm eğitim hayatını Sakarya’da tamamladı. Bir kısmı İstanbul’da, bir kısmı Sakarya’da olmak üzere 10 yıl süren kurumsal iş hayatını bırakma kararı, hayatında bir kırılma noktası oldu ve bu noktadan sonra yüzünü kendine dönmeye başladı. Kim olduğunu ve hayatını sorgulama sürecinin doğal olarak beraberinde getirdiği bedensel ve içsel sağlık sorunları yoga ile tanışmasını sağladı. Bir yandan kendi yoğun yoga pratiğine devam ederken eşzamanlı olarak yoga eğitmenliği ve yaratıcı drama eğitmenliği eğitimlerini tamamladı, yoga dersleri vermeye başladı. Sinema, tiyatro ve müzik gibi sahne sanatlarına olan ilgisi sebebiyle farklı zamanlarda temel oyunculuk ve tiyatro, kamera önü oyunculuk, şan ve kısa süreli keman dersleri aldı, workshoplara katıldı. Hayatının farklı dönemlerine denk gelen yerel televizyon ve radyo kanallarında haber spikerliği, program sunuculuğu, kısa film ve reklam oyunculuğu deneyimleri oldu. “Kendini ifade etme” konusuna verdiği önem, kendini en rahat ifade edebildiği alanların doğru konuşmak ve yazmak olduğunu keşfetmesini sağladı. Bu keşif ve kitap okuma alışkanlığı sayesinde yazma pratikleri ile tanıştı. Günlük hayatında bir rutin olarak yazma pratiklerine devam ediyor ve fırsat buldukça deneme yazıları yazıyor. Bir diğer ilgi alanı olan seslendirme/dublaj eğitimine ve beraberinde şan derslerine devam ederken, online özel yoga dersleri vermeyi de sürdürüyor. Hayatının akışı içinde her şeyden soyutlanıp kumaşların arasında kaybolmayı ve üretmeyi çok seviyor, yaratıcılığını dikiş dikerek geliştiriyor. Kendini (ve genel olarak insanı) tüm inanç ve öğretilerden bağımsız olarak “bu dünyayı, bu zamanda, bu bedende deneyimlemeye gelmiş bir ruh” olarak tanımlıyor ve “bilmek” yerine “deneyip öğrenmeyi” tercih ediyor. Ruhunun tabiattan, topraktan, yeşilden beslendiğine inanıyor ve son beş yıldır eşi, kızı ve köpeği ile birlikte Sakarya/Sapanca’da yaşıyor.